Öyküde mesafe
Anlatıcı, hikâyeyi nasıl bir mesafe bilinciyle anlatmaktadır? Yazarın mesafe bilincinde hangi politikalar vardır? Bu temel sorular, hikâyenin örtük bilgisini üretmemize yarar.
Fadime Uslu
Edebiyatın özünde çevrelenme duygusu vardır. Yazar olarak, her şeyden önce, duyularımızı cezbedip bizi yazmaya iten tetikleyici güçle çevreleniriz. Kaynakta olanı hikâyeyle dile getirmek için kaynağın dilini, ona ait olan ham maddeyi keşfe çıkarız. Bu soyut yolculuktaki arayışımıza bazen bir hayali karakter, bazen bir sözcük eşlik eder. Bir hikâye tohumu içimizde gelişip büyürken, biz ona ruh vermeye çalışırken, hikâye de bize yeni bir yaşantı oluşturur. Gündelik hayatın içinde ne yaparsak yapalım bir anda hikâyenin zamanına doğru çekilebiliriz. Çünkü asıl mücadelemiz sanatımızla ilgili alandadır. Hikâyenin özündeki duyuşu, düşünceyi, hedeflediğimiz estetik biçimle dile getirmek için verdiğimiz çabadadır. Bizim için, belirlenmiş kavram sınırlarının ötesine geçebilmemin biricik yoludur yazmak. Gönlümüzdeki hikâye çevresinde, içinde yaşadığımız dünyanın düşüncesine yeni boyutlar getirmeye yönelik sonsuz bir arayışın ifadesidir.
Okurken de yazarın, şairin duyuşuyla çevreleniriz. Onun estetik duyuşunu paylaşırız. Okuma sırasında hikâyeyle birlikte yazarın anlattıklarıyla arasındaki mesafeyi takip ederiz. Anlatıcı, hikâyeyi nasıl bir mesafe bilinciyle anlatmaktadır? Yazarın mesafe bilincinde hangi politikalar vardır? Anlatı boyunca onun göz hizası, anlamı ne ölçüde yönetmektedir? Bu temel sorular, hikâyenin örtük bilgisini üretmemize yarar. Örtük bilgiler de öykünün anlam olarak karakter kazanmasında son derece etkilidir.
Edebiyatımızda özel bir yeri olan Halikarnas Balıkçısı, Ege’nin Dibi öyküsünün girişinde bir manzaradan kesit betimler. Hikâyenin fiziksel çerçevesini çizer. Öykü, “Mandalin ve portakal ağaçları ay ışığında tepelerinden tırnaklarına kadar parlıyorlardı. Çiçekleri dolayısiyle ağaçların üzerlerine karlar yağmış gibiydi,” cümleleriyle başlar. Hemen sonra, bu manzaranın hissedilmesini sağlayacak, duyuları harekete geçirecek cümleyi kurar: “Fakat mis gibi kokan serin ve ılık bir kar.” Gözümüzü sabit bir noktada tutmak için ilgimizi bir süre daha ağaçlarda tutar: “Çiçekler gerçekten karlar gibi yerlere yağıyordu. Yeryüzünü ışıklarla örtüyorlardı.” Bu noktada, anlattığı coğrafyaya özgü olan mandalin ve portakal ağaçları ışık kaynağı olarak karşımızdadır.
Dördüncü cümlede çiçeklerin yere dökülmesiyle hareketi, canlılığı işaret etmişti yazar. “Yeryüzünü ışıklarla örtüyorlardı,” dedikten sonra, manzaranın ufkunu görmemiz için bakışımızı öykünün ufkuna doğru ilerletir. Bir resmin karşısında gözümüzün, ön plandan orta ve geri plana doğru kayması gibi, öykünün ilk cümleleriyle zihnimizde beliren manzara imajının alan derinliği genişler. Bunu yine hareket belirten bir cümleyle yönetir yazar: “Rüzgârın her esintisi çiçeklerin kokularını millerce uzaktaki açık denizlere götürüyordu,” der. İşte burada mesafe bilinci oluşur. Kıyı ile açık deniz arasındayızdır. Yedinci cümle kıyıyı gösterir: “Kıyı boyunca evlerinin beyaz badanalariyle ağaran şehir derin uykusuna varmıştı.” Gecenin karanlığında Ay, çiçeklenmiş mandalinlerle portakallar ve beyaz badanalı Bodrum evleri ışık kaynağı olarak önümüze serilmiştir ve kendi ışıklarıyla çevrelerini aydınlatmaktadır. Peki, bu çevrede kim vardır; hangi kişilerin hikâyesi anlatılacaktır? Anlatmaya değecek olan hikâye nedir? Halikarnas Balıkçısı, öykünün ilk paragrafını bu soruların yanıtlarına değinerek kapatır: “Yalnız deniz kenarında iskemlelere oturmuş iki kişi uyuyamıyordu. Bir iki gün önce batmış olan “İnebolu” hakkında konuşuyorlardı.” Böylece bir diyalog alanı yaratır. Kıyıdaki iki kişinin konuşmalarında hikâyenin kalbindeki olayın genel görünüşü vardır ki, bu da olayın manzarasıdır.
Eski yazarlar, genellikle öykü ve roman açılışlarının bir tanıtma işlevi gördüğünü savunur. Bu görüşteki yazarlar, ilk paragraflarda ya da bölümde hikâyede olan ne varsa onun okura tanıtılması gerektiğine inandıkları için metin başlangıçlarında mutlaka hikâyeye bir çerçeve çizerler. Hikâyenin mekânı, zamanı, kişileri, olayla ilgili genel bilgilerdir bunlar. Halikarnas Balıkçısı’nın öykü girişlerinde de bu prensibi bulabiliriz. Yazarın ilk cümlelerinde, yaşamanın, dilin coşkunu buluruz. Yazarın dil tavrında ne vardır, diye sorduğumuzda, neyi anlatıyorsa onun dilinden, duyuşundan konuşur gibidir yanıtını verebiliriz. Buradaki “gibi” sözünü özellikle kullandım. Çünkü, Halikarnas Balıkçısı, yaşamı bire bir yansıtan ayna işlevinde konumlandırmamıştır öyküsünü. Hem karşısında olup ona dışarıdan bakan, hem de içeride olanı görüp, gördüklerini dışarıya aktaran anlatıcı aracılığıyla öykünün gözünden görmeyi talep eder.
“Egenin Dibi” öyküsünün ikinci paragrafındaki diyalog alanında konuşan kişilerden birinin, batan vapurda kasa içinde parası olduğunu öğreniriz. Bunu çıkarması için o sırada denizde olan dalgıç Aliş’e ulaşılacaktır. Aliş’in bu konuda ne kadar mahir olduğunu da öğreniriz konuşmalardan. Öykünün ikinci bölümünün ilk satırlarında yine gemi adamlarının dünyasını, gemiyle ilişkilerini tanıtan bir kesit gösterir bize yazar. Kaptanı, mürettebatıyla gemide, denizde o anda olanı eylem içerisinde anlatırken deniz yaşantısında her zaman ne olduğunu ifade edecek ayrıntılar çıkar karşımıza. Bu sırada gemicilerin karayla, karadaki sevgiliyle ilişkisi de aydınlatır. Sahne kurarak anlattığında sahnedeki eylemleri aşama aşama gözler önüne serer. Kalemini bir kamera gibi kullanır ve bakış açılarını anlatma hızıyla yönetir. Bu bölümünde de Aliş’in dünyasıyla çevreleniriz. Öykünün üçüncü bölümünde dipteki içi para dolu kasaya doğru ilerleyen Aliş’le karadan denizin dibine doğru adım adım yol alırız. Karakterin asıl yüzleşmesi denizin dibinde olacaktır. Dramatik aksiyonun zirve yaptığı bölümdür bu yüzleşme. Denize dalmanın ritmindeki gibi aşama aşama ulaşırız dipteki zirveye. Final ise büyük çözülmenin gerçekleştiği alandır. Öykünün açılışındaki yaşama coşkusu finalde ölüm sessizliğiyle yer değiştirir. Girişte portakal, mandalina kokuları insanın içine işlemesi gibi finalde de zamansız ölüme karşı, adaleti bozuk düzene karşı atılan insanın çığlığını duyumsatır yazar.
Ege’nin Dibi öyküsü klasik olay örgüsü yapısına sahiptir. Öykü açılışında tanıtmalar vardır. Kişiler tanıtılan çevrede eylem içerisinde gösterilir. Oluşturulan merak unsurları aşama aşama açılır. Denize açılanlarla kıyıda denize açılanları bekleyenlerin yaşantısını aktarırken bize bu düzendeki kör noktaları da gösterir yazar. İnsanın derin çelişkisini işlediğinden “Ege’nin Dibi” hikâyesi evrensel bir nitelik taşır.
Öyküde çevrelenme duygusu yaratan bir başka düzeyi de hikâyedeki zamansal, uzamsal gereçlerle olanıdır. Hikâyenin fiziksel mekânı, zamanı, mekânda bulunup zamanı duyumsayan karakterler için elzemdir. Hikâyede mekân ve zaman dediğimizde karakterleri destekleyen yardımcı oyunculardan değil, karakter kadar kıymetli, kendi başlarına anlam yaratan başrolü paylaşan maddi varlıklardan söz ediyorum. Mekânı bir karakter hâline dönüştürerek anlatması bir yazar için başarı ölçütlerinden biri olarak gösteriliyor eleştirmenlerce. Oysa, hikâyenin doğası gereği mekân, kendiliğinden -kendi olarak karakter nüvesine sahiptir. Hikâye için kişi, mekân, zaman, önem derecesi bakımından sıralamayı reddeden, birbiri içinde kaynaşmış değerlerdir. Bu kaynaşmış değerleri nasıl biçimleyeceğimiz ise sonsuz olasılıklar içerir.