Günün öyküsü 2: OYUN
OYUN
Sinem Çelikten
Bir süredir tuhaf sayılabilecek bir alışkanlık edinmiştim. Tek başıma yolda yürürken yakınımdan geçenlerin konuşmalarına gizlice kulak kabartıp insanlar nelerle meşgul, neleri dert ediniyor dinlemeye çalışıyordum. İnsanlık adına çok da büyük faydalar sağlamayan, hatta etik yönü tartışılabilecek bu çabanın tam olarak neye hizmet ettiğini bilmesem de, benim için yolu daha keyifli hale getirdiği aşikardı.
Çocukluğumdan beri gözlem yapmayı severdim. “Gulliver in Gezileri” kitabındaki Lilliput ülkesinin sakinleri o küçük insanların, odamın köşesinde bir oyuncak evde yaşadığını ve böylece ne zaman istersem onların yaşamalarını izleyebileceğimi hayal ederdim. Şimdiki insanları dinleme merakımı da bu çocukluk hezeyanıma bağlamak mümkün olabilir diye düşündüm.
O gün yine evden çıktığımda yolda bu oyunla oyalanmaya karar vermiştim. Çevreyi tilki kulakları ve avcı gözleriyle izlemeye başladım. Hava nihayet biraz serinlemiş ve uzundur hasretle beklenen yağmurun ardından yerler ıslak ve kaygandı. Yeşilli, sarılı, kahveli, kızıllı güz yaprakları yağan yağmurla birlikte kaldırımın üzerine yapışmış, adeta doğal bir mozaik tablo olmuştu Derin derin birkaç nefes aldım. Burnum, yağmur sonrası toprak kokusunu özlemle aradı ama betona teslim şehirde üzerine yağacak doğru düzgün toprak kalmadığından yağmur ne yapabilirdi ki. Kış bu şehre hep geç gelirdi çünkü sonbaharı uzun sürer hatta arsızlığından biraz da kışın vaktinden çalardı.
Kısmen mevsimsel belirsizlikten ama çokça kendi tembelliğimden, kışlıkları hala çıkarmamıştım. Bu yüzden evden çıkarken, mevcutlar içinde en uygun bulduğum, siyah spor ayakkabıları ayağıma geçirip yola koyulmuştum.
“Evet, ıslak Survivor parkuruna hazırım.” dedim içimden. Nitekim her yağışlı havada gevşek kaldırım taşlarının altına su dolar ve hangisinin sulu olduğunu en keskin gözler bile genellikle yanlış hesaplardı. Gözlerimi bu mayın tarlasına diktim ve kenarı kırık ya da biraz havada duranlara basmamaya gayret ederek ağır aksak yürümeyi sürdürdüm. Derken sağlam taklidi yapan sinsi bir taşa basmamla çıkan “culuk” sesiyle beraber ayakkabımın içine dolan çamurlu suyun serinliği ile baştan ayağa ürperdim. “Hay sıçayım!” dedim sinirle. “Bok varmış gibi döşüyorlar bu fiyakalı taşları, sonrasında bakım filan hak getire. Madem bakamayacaksınız, dökün betonu geçin kardeşim. Bu sinsi ve sahtekar taşlarla döşeyeceğiniz mayın tarlaları yerine, fakir ama güvenilir beton kaldırımlarda korkusuzca yürüyelim. Haksız mıyım çoook gıymetli Belediye Başganlarıııım!!!” diye içime içime söylendim.
“Abuk subuk konuşma yaa.! Lafı da kıçından anlama!” diyen sesle kendine geldim ve kaldırım taşları ile ilgili son sözleri içimden mi, dışımdan mı söylediğime dair kısa süreli bir tereddüt yaşadım. Bu sözlerin, telefonda karşısındakine ayar veren bir delikanlıya ait olduğunu fark edince rahatladım. Herhalde kız arkadaşıyla tartışıyor diye düşündüm. Son zamanlarda herkes çok gergindi ve zaten nezaket de kalmamıştı. Kimseye gözün üstünde kaşın var denmiyordu.
Derken dibi çıkmış sarı saçları ile dikkatimi çeken kadın, ilkokul çağlarındaki tombiş ve bezgin oğlunu elinden çekiştire çekiştire yanımdan hızla geçti. “Öğretmeninin el işi kağıdı istediğini şimdi mi söylüyorsun? Ben sana kaç kere ..….” cümlenin gerisi araba kornalarına karışıp gitti. “…..okuldan istenen şeyleri bana zamanında söyle diye!” şeklinde cümleyi kendimce tamamladım.
Şu anneler sürekli çocuklarının çantalarını onların yerine taşırken, nasıl çocuklarının kendi sorumluluklarını almalarını bekliyorlar ki? diye de düşünmeden edemedim. Nitekim kendisinin de saç boyasının zamanı geçmişti. İnsan kendini görmüyordu çoğu zaman.
Az bir yolum kalmıştı.
Yazın cehennem sıcaklarında yani asıl ihtiyaç duyulduğu zamanda çalıştırılmayıp kurbağalı dereye dönen yapay şelale, bu serin havada çalışır hale getirilmiş ve kız lisesi adındaki ama erkeklerin de okuduğu okulun duvarından aşağı çağıl çağıl akıyordu. Belediyeye saydırma kontenjanımı kullandığımı düşünüp bu sefer herhangi bir yorum yapmadan sadece başımı iki yana sallayarak oradan geçtim. Zira önümde yürüyen yaşlı iki amcanın muhabbetini yakalamak daha cazip gelmişti. Adımlarımı onlara uydururken, bir yandan da konuşmalarına kulak kabarttım. İhtiyarlığa has hafif kısık ses ve yavaş tonda konuşuyorlardı.
“Çok insafsız çıktı bu ev sahibi Timur’cuğum. Hanımla benim emekli maaşımız belli. Yirmibeş bin lira kirayı affedersin neremizden vereceğiz? Kirayı ya artırın ya da derhal evden çıkın diyor. Kısıldık kaldık vallahi. Çok sıkkınım çok!”
“Birileri de keyifli bir şey konuşmaz mı bu ülkede yahu” düşüncesiyle amcaları dertleriyle baş başa bırakıp metronun merdivenlerinden inmeye başladım. Sağlı sollu ışıklı reklam tabelalarının arasından yürürken sokak sanatçısının şarkısı kulağıma çalındı.
“Mayın tarlasında bir adam sevmişim aşk sanıp da
Soyunup korkusuzca çırılçıplak kalmışım…”
Hah! Az önce kaldırım taşlarını mayın tarlasına benzeten bana nasıl da denk geldi bu parça. Aşk sanıp üstüne bastığımda altı boş taşlar misali, culuk sesiyle başımdan aşağı soğuk suyu boca eden karşı cinse dair ilişkilerimi hatırlattı bana. Yine içim ürperdi.
Amaaan bu kadar melodram yeter artık dediğim sırada perona iner inmez hiç bekletmeden tren geldi ve insanı hiçbir zaman şaşırtmayan sistematik yolculuk protokolü işlemeye başladı.
“Dikkat! kapılar kapanacak. Tren Evka 3 yönüne gider.”
Anons ve işleyişteki bu yeknesaklık insanda tanıdık birine duyulan güven hissi yaratıyordu. Kendimi rahatlamış hissettim ve hemen önümdeki dörtlü koltuğun sağ başındaki boş koltuğa memnuniyetle yerleştim. Zira trenin gittiği yöne doğru oturmayı da hep şanstan sayarım.
Yerime yerleşir yerleşmez çaktırmadan karşımda oturanları incelemeye başladım. Pencere kenarında kucağında dört beş yaşlarındaki oğluyla genç bir anne oturuyordu. Ortadan ayrılmış siyah saçlarını atkuyruğu yapıp arkada toplamış, beyaz yuvarlak yüzü ortaya çıkmıştı. Oğlan da annesi gibi siyah saçlı ve şükür ki sakin sakin oturan bir çocuktu. Annenin yanında oturan kadın ise havalı olayım derken rüküş olmuş giyim tarzı, katlı kesim iri dalgalı saçları ile genel olarak daha fazla dikkat çeken bir tipti. Birdenbire kendisi gibi iri boy çantasının içine hışımla daldı. Haşur huşur, haşır huşur sesleri arasında, şapkadan tavşan çıkarırcasına kağıda sarılı köfte ekmeği çantadan çekiverdi.
“Ayyy benim şekerim düştü galiba. Dayanamıcam valla!” diyerek kendini aklamak suretiyle ekmekten kocaman bir ısırık aldı. Sonra da yanındakilere dönüp,
“Çocuğun da canı çeker şimdi” diyerek bir parça da çocuk için koparıp uzatıverdi
Çocuk pek oralı olmadı. Kayıtsızca önce kendisine uzatılan yiyeceğe, sonra da “E ne yapayım ben bunu şimdi?” dercesine annesine baktı. Anne cılız ve çekingen bir sesle devreye girdi
“Sağ olun yedik biz evden çıkmadan. Toktur. Yemez şimdi benim oğlan””
“A hayatta olmaz öyle şey, İçime sinmez benim. Kokar sonra ona, canı çeker çocuğun. Çeker çeker. Sen al bunu.” diyerek anne gak guk edene kadar sandviç parçasını kadıncağızın eline tutuşturuverdi.
İlginç bir şekilde köfteler kokmuyordu. Ya soğanı azdı. Ya da bu kadın onlara “Kokmayacaksınız! talimatı vermişti. Kadına bakınca öyle olabileceğine şaşırmazdım yani.
Tam o sırada tren ineceği durağa gelmiş olduğundan, kadın çocuğun yanağından bir de makas almak suretiyle, suratında kendinden tatmin olmuş kocaman bir gülümsemeyle, hoplaya zıplaya trenden iniverdi.
Hemen çantama davrandım, bir selpak bulsam anneye uzatacağım ama kalmamış!
Elinde vatansız kalmış bir köfteli ekmek parçası ile anne ve onun sıkıntısını anlamakla beraber yardımcı olamayan ben öylece çaresizce birbirimize bakakalmıştık.
Tam o sırada “Gelecek İstasyon Bölge. Tren Evka 3 yönüne gider.” anonsu duyuldu. Bu benim ineceğim duraktı. Aklım anneye takılı trenden inerken yine bir sokak şarkıcısının sözleri kulağıma çalındı.
“…Ellerimde çiçekler kapında sırılsıklam Görürsen bir gün şaşırma.
Beni böyle çaresiz
Beni böyle derbeder
Beni böyle ortalarda bırakma…”