GÜLİZAR
DİLBER DÜZ
Buz gibi soğuk su ile yıkadığı bulaşıktan çıkardığı ıslak ellerini kurutmak için, zaten nemli olan mutfak havlusuna uzandı. Başka bir ailede dünyaya gelse piyano tuşlarına basması hayal edilecek kadar uzun ve düzgün parmaklarıyla tezgâhın üzerindeki kibrit kutusunu aldı. Bir çak, iki çak, üç çak… Dördüncüde nemli kibrit kutusu mutsuz kadının hırsı karşısında pes etti.
Önce sigarasını yaktı. Kalan ateşi boyaları dökülmüş ocağın küçük gözünü yakmak için yetiştirdi. Gülizar ‘ın hayalleri gibi için için yanmış kibritteki son kıvılcım parmak uçlarında sönse de hiç oralı olmadı.
Zaten o sırada o mutfakta değildi Gülizar, kafatasının içindeydi. Beynindeki gölgelerle olmayan bir gerçekliği yaşıyordu. Orada bazen hızlı hızlı konuşuyor, küsüyor, küfrediyor bazen de kendini kusturacak kadar ağlıyordu.
Beynindeki gölgelerin en büyüğü eve hep geç gelen kocasına aitti. Yuva dediği şu dört duvarı ayakta tutabilmek için her yolu deniyordu O gölge karşısında. Önce kızıp, bağırıp, eline geçen her şeyi fırlatıyordu. Sonra ağlıyordu, fırlattığı eşyaları toplarken. ‘’Bana acımıyorsan şu esketeklere acı.’’ diyordu paramparça olmuş saksının toprağını elleriyle temizlerken.
Ocağın üzerindeki yemeğe tahta kaşığı son bir kez daldırıp karıştırdı. Yılların getirdiği tecrübe ve el çabukluğu tüm hareketlerine yansıyordu. Kaşığı tencerenin kenarına vurup suyunu süzdükten sonra tezgâhta bekleyen tabağın üstüne koydu. ‘’Tamam.’’ dedi. ‘’Yaptım yemeklerini. Gelip zıkkımlansınlar.’’
O anda çalan kapının sesi Gülizar’ ı uyandırdı. O evde, o insanlarla olmanın bıkkınlığı dökülmüş cilalarından, paslanmış tokmağından okunan tahta kapıyı büyük bir sinirle açtı. Beyninin içindeki dünyadan gerçek dünyaya dönmüş olmanın tüm kızgınlığını kapıda bekleyene kustu. ‘’Anahtarınızı alsanıza. Hizmetçiniz mi var sizin?’’
Ne güzel bir karşılama böyle. Gelen üç numaraydı. Geldiğine O da pişman. Gidecek başka bir yeri olsa asla o kapıyı çalmayacak biliyor. Üstünde mavi forması, elinde tüm neşesini yansıtan resimlerini taşıyan siyah çanta… ‘’Okulu hep sevdim. Okulu hep seveceğim. Okul benim hiç olmayan evim.’’ diye geçirdi içinden annesinin inceltilmiş kaşlarının altındaki öfkeli gözlerine ve sinirden kelimelerin içinde boğulduğu sıkışmış ağzına bakarken.
Kusmak istediği oluyordu arada. Çekip gitmek istediği, kaybolmak istediği falan… Paylaşılan kaderin perişanlığı hepsini kendi kabuğuna çekilen kaplumbağalara çevirmişti. Devekuşu mu demeliyiz yoksa; acıdan, korkudan başını kuma gömmüş… Bilemedim. Belki de bu sadece inana özgü bir perişanlıktı.
Kız hızlı adımlarla çocuk odasına kaçtı. Dört kız çocuğunun sığındığı bu odada yün yorganların üst üste bindirildiği bir yüklük, yayları gıcırdayan eski bir divan ve depremden kurtarabildikleri ıvır zıvırlar vardı. Her eşya değerliydi. Kırık bir ayna bile…
Liseye giden ablasının ilk maaşı ile aldığı günlüğü açtı. Bir yerden kaçarak kurtulamazsanız hayal kurarak kurtulabilirsiniz. O da öyle yaptı.14 yaşın aklı havada haliyle âşık olduğu ama asla söyleyemeyeceği çocuğu düşünmeye başladı.
Mutfaktaki tek sandalyeye çöken Gülizar için sıra Hatice’ ye gelmişti. Karşı komşu. Bir yol gösterir de derdine derman olur diye kapısına gitmişti. Hatice sadece bir ağızdı Gülizar için. Tükürükler saça saça, hızlı hızlı konuşan ve bazen Gülizar’ın perişanlığından aldığı hazzı saklayamayıp gülen kocaman, lağım gibi bir ağız.
‘’Sen gel, hallederiz’’ demişti Hatice. ‘’Ama geç kalma. Geç kalırsan bir şey yapamayız. Dört tane var zaten. Dördü olmadı da bu mu erkek olacak!’’ Hatice’nin çalıştığı doktorun verdiği kâğıt cebindeydi. Kâğıt önemli değildi esasında. Beşinci çocuğu rahmindeydi. Kız doğan dört çocuk sonrası… ‘’Ya erkekse…’’ dedi. ‘’Oğlum beni kurtarır.’’
Apartman merdiven boşluğuna bakan mutfak camının tıklamasıyla irkildi bu sefer. Bembeyaz kalmasına özen gösterdiği mutfak perdesini araladı. Hatice… Sözleştikleri saatte gelmişti. Dış kapının anahtarını ve cüzdanını alıp yeleğinin cebine koydu.
İçeridekine seslendi; ‘’Yarım saat sonra yemeği kapat.’’ Kapıyı kapattı. İçerdeki zavallı, dünyadan habersiz ergen şu cümbüşlü evde nihayet yalnız kaldığına sevinerek müzik setine yöneldi.
…
Bu hikâye böyle bitmedi. Bu kâbus gibi yara hep sızladı.